3 Mayıs 2012 Perşembe

Büyük Mavi


Luc Besson’un üçüncü uzun metraj filmi ‘’Le Grend Bleu’’. Film dört karakter arasında geçiyor. Enzo Molinari (Jean Reno) , Jacques Mayol (Jean Marc-Barr), Johana Baker (Rosanna Arquette) ve ‘’Büyük Mavi’’. Enzo ve Jacques arasındaki çocukluklarından başlayan ilişkinin aracısı, aynı zamanda onlarında tutkusu olan deniz ve denize dalmak oluyor. Öyle ki 20 yıl sonra Enzo, Jacques’ı bulduğunda onu serbest dalış dünya şampiyonasına davet ediyor.


Filmin en etkileyici yanı yaratılan atmosfer... Filmin giriş sahnesini hatırlayalım. Denizin üstünde ilerleyen bir görüntüyle başlıyor film. Bizi daha başlangıçtan itibaren denizle buluşturuyor, içinde olmamızı istiyor. Bizi ‘’Büyük Mavi’’ ile tanıştırıyor.  Bu görüntü ile birlikte filmin ana tema müziği de filmdeki atmosferin kurulumu açısından önemli. Eric Serra'nın müzikleri bir nevi yunus veya balina sesi gibi sesler içeriyor ve hem karakterlerin suya olan tutkusuyla, bizim denizle olan bütünleşmemizle örtüşüyor. Yazı karakterinin renk tonu bile filmin tonunu yansıtıyor. Çok karanlık değil, açık bir mavi huzurlu ama derin. Balıkgözü objektifin kullanımı bir diğer önemli yapı taşı film için. Çünkü özellikle Jacques neredeyse bir balıktır. Johana’ya cüzdanını gösterirken aile fotoğrafı olarak yunusu gösterir. Enzo da, Jacques ta karada nefes alamazlar, suya ihtiyaçları vardır. Filmin daha başında hüzünlü bir olay gerçekleşir. Jacques’ın babası ölür fakat filmin genel atmosferinde hafif gülümseten bir yan olduğunu söyleyebiliriz. Enzo Molinari karakterinin İtalyan olması, Sicilyalı aile yapısı, annesinden korkması gibi unsurlar mizahi yönü destekliyor. Balıkgözü objektifi, müzikler, deniz ve aşk… Oluşturulan bu egzotik atmosfer sanki filmi yüzeysel bir moda sokuyor gibi ama hayır. İki arkadaşın aralarındaki rekabet ve dostluk ilişkisinin dengesi ve güzelliği bir yandan bize romantik bir umut veriyor. Deniz ile olan bağları , ‘’Büyük Mavi’’ ye olan tutkuları da hayata ve hayatla ilgili bir şeye doyasıya bağlanmayı düşündürtüyor. Daha da doğru olarak hissettiriyor.


Johana ve Jacques birlikte olsalar da, Jacques adeta başka bir dünyadan olduğu için Johana’nın varlığını bir türlü göremiyor. Özellikle yaşadıkları bir diyalog bazı şeyleri anlatır gibi: Johana: Ne hissediyorsun daldığında? Jacques: Düşmeden kaymak gibi bir his. Jacques: En zoru dibe geldiğinde. Johana: Neden? Jacques: Yukarı dönmek için iyi bir sebep bulman gerekiyor. Bu sırada Enzo ve Jacques yarışmadan yarışmaya gidiyorlar. Enzo rekoru kırıyor. Jacques her seferinden ondan daha iyi bir derece yapıyor. Sonunda Jacques 120 metre yaptığında bunu geçmek bir intihar halini alıyor. Enzo ise suya dalıyor. Çıktığında ise Jacques’ın kollarında can veriyor. Haklıymışsın aşağısı daha güzelmiş diyor Enzo. Beni oraya götür diyor. İşte o zaman anlıyoruz gerçekten suda nefes aldıklarını. Suda yaşam bulduklarını… Enzo’nun ölümünün ardından Jacques dayanamıyor ve görmek istiyor büyük mavinin derinliklerini. Film öyle derin felsefelere gebe olmasa da ‘’Büyük Mavi’’ nin derinliği bizi Jack London vari bir romantizmin içine sürüklüyor. Tutkuyla bağlanmış yaşamlar şu soruları sormaya yetiyor. Gerçekten yaşıyor muyuz? Doyasıya? Tutkuyla? Coşkuyla?


18 Şubat 2012 Cumartesi

Jodaeiye Nader az Simin, A Seperation , Bir Ayrılık...


Beni gerçekliğiyle bu kadar etkileyen az film vardır. Bu filmlerden biri yakın zamanda seyrettiğim , Dardenne Kardeşlerin ‘’Bisikletli Çocuk’’ filmiydi. Asghar Farhadi’nin ‘’Bir Ayrılık’’ filmi ben de aynı etkiyi yarattı. Ama farklı bir boyutta... Bisikletli Çocuk filminde çocuk karakter o kadar hayatın kendisi ve çok boyutluydu ki sanki paralel bir evrendeki yaşananları seyrediyordum. Fakat daha çok çocuğa odaklı bir şekilde… Bu filmde ise İran’da yaşayan bir aileyi izlenimliyoruz. Kamera sürekli aileyi gözlemler bir halde onların etrafında dolanıyor. Onları çevreliyor, gözlüyor, gösteriyor. Bir boşanma süreci, ergenliğe girmiş bir kız çocuk ve alzheimer olmuş bir dedenin çevresinde dönen hayatları zor bir dönemdedir. Nader’in başını belaya sokan olay, İran’daki din, hukuk, insaniyet çizgisinin sınırlarında dolaşır.


Filmi neredeyse soluksuz bir şekilde seyrettim. Bunun en büyük sebeplerinden biri şuydu. Artık Hollywood’da yapılan yalancı dramlardan, duygu manipülasyonlarından o kadar çok sıkılmıştım ki… Gerçeklik kavramının içinden İran’a doğru açılan bir kurt deliği görmek beni heyecanlandırdı.Bu yapıyı destekleyici bir şekilde doğal ışık kullanılmış ve filmin sonu hariç hiç müzik kullanılmamış ki izlenimlediğimiz ailenin, yaşadıklarının ne kadar dramatik tarafları olduğunu gördüğüm zaman bu unsurun önemini farkettim. Nader’in babasını yıkarken ağladığı sahnede özellikle müzik duymamak çok önemliydi.


 Tamamen görüntüye, yaşananlara, karakterlere odaklanmak… Aslında kamera açılarına ve hareketlerine baktığımızda pek kameranın varlığını bize hissettirecek özel şeyler yoktu ama asıl olay filminin bütününe baktığımızda şu şekilde açığa çıkıyor. Yaratılan sadelik ve gerçeklik ortamı bizi içine alıyor ve kamera hareketlerinin sadece izlenimsel, aileyi gösteren şekli yeterli oluyor amacına uyuyor. Bizi aile bireyleri ile birer birer yarı-özdeş duruma sokarken bir yandan düşünmeye sevk ediyor. Karakterlerdeki içe atılan , bastırılan duygular ve düşünceler din, adalet , aile iletişimi kavramlarıyla sarmal oluşturarak gerçekçi boyutları katman katman oluşturuyor. İran sinemasının içinden çıkması açısından ve son yıllarda yaşanan senaryo kıtlığını da düşündüğümüzde ‘’Bir Ayrılık’’ sinemaseverler için dolu bir seyir vaat ediyor.

1 Şubat 2012 Çarşamba

Garip bir huzur...

Alexander Payne ismi Election filmi ile hafızalarımıza kazındı. About Schmidt ve Sideways filmleriyle birlikte takip edilmesi gereken yönetmenler listesine eklendi. Alexander Payne sinemasının en özel yanı oluşturduğu atmosfer ve karakterler ışığında komedi ve drama unsurlarının çok iyi kaynaştığı bir ironi ortaya çıkarmasıdır. Bu da hayatın ne kadar karmaşık olduğununu gözler önüne serer. Bizim bu karmaşıklıkla bir bağ kurmamızı sağlar. Bu ironi Wes Anderson ya da Noah Baumbach gibi yönetmenlerdede mevcuttur. Fakat onlarda daha karikatürize bir dünya ve karakterler mevcut. Kalabalık bir aile, garip insanlar , söylenmeyen hisler , içe atılan düşünceler… Sonunda yavaş yavaş çözülen garip bir düğüm. The Life Aquatic with Steve Zissou ve The Royal Tenenbaums filmlerine baktığımızda bu öğeleri görebiliriz.


The Descendants , soyundan gelenler anlamına gelir. Filmde de nitekim başkarakterimiz Matt King’in soyu bize tanıtılır ve bu soy filmin önemli yapı taşlarından biridir. Filmin bir diğer önemli yapı taşı Hawaii’dir. Filmin dramatik yapısı ile zıtlık oluşturan bir mekân seçimi bahsettiğim ironiyi yaratmada önemli bir unsur teşkil eder. Rengârenk çiçekler, doğa ile iç içe evler, deniz, kısacası cennet gibi bir mekân görürüz. Bu mekân içimizi ısıtır fakat takip ettiğimiz Matt King büyük bir acı içindedir. Karısı geçirdiği kaza yüzünden komadadır. Bir yandan kızlarıyla bu durumu atlatmaya çalışır. Bir yandan karısının onu aldattığı gerçeğiyle savaşırken aynı anda ailesine kalan arsanın akıbeti onun ellerindedir. Filmin kurgusunun ve sinematografik öğelerinin pek öne çıktığını söyleyemeyiz. Alexander Payne de bu özellikleriyle tanınan bir yönetmen değil esasında. Bu yönetmenin eleştirilebilecek yönlerinden biri. Atmosfer oluşumu ve karakterlerin içsel dünyasındaki karışıklık yönetmenin sinemasının ana özellikleri olarak söylenebilir. Bu atmosfer oluşumundan bahsedecek olursak. Daha jenerikte renkleri sürekli değişen ve Hawaii’nin cennetvari havasını temsil eden çiçeklerin bulunduğu bir arka plan görürüz. Bu arka plan bile Payne’in sinemasındaki ironiyi temsil eder. Değişen renkler , değişen duyguların , değişen hayatın , karmaşıklığın bir ifadesidir. Aynı zamanda dingin ve huzur veren bir yönde vardır. Zaten Payne’in farkı bu oranda ortaya çıkar. Garip bir huzur sezinlersiniz.  Sideways ve About Schmidt’e baktığımızda da böyle bir dinginlik söz konusudur. Bu dinginlik içinde yatan acılar ,sorunlar , bastırılmış duygular, geçmişte yatan sırlar vardır. Yavaş yavaş film ilerledikçe hepsi su yüzüne çıkar.  The Descendants filminde de bu dinginlik, mekân ve oluşturulan atmosferle birlikte bizi karşılar. Hawaii müziklerinin seçimi bu sıcak atmosferin desteklenmesinde etkilidir. Film ilerledikçe karısının Matt’i aldattığı sırrı ortaya çıkar. Matt ve büyük kızı karısının onu aldattığı kişiyi bulmaya çalışırlar. Bu değişimle birlikte aile birbirine bağlanır. Matt King arsanın satışını reddeder. Çünkü filmin adında olduğu gibi soydan gelenler önemlidir. Anneleriyle birlikte o arsada kamp yapmışlardır. Bir tarih , bir duygu , bir anı , bir geçmiş, bir ruh yatar o topraklarda. Bu arsayı satmak bunların hepsini satmak demektir. Filmin son karesinde aile bir kanepede toplanmış televizyon izlerler. Jenerikte olduğu gibi filmin son karesinde de Alexander Payne’in sinemasının ana hatlarını görmek mümkün. Aile birliktedir , bir huzur söz konusudur karede ama yüzler pek gülmez. Yaşanılan acılar , sorunlar , her şey içindedir bu huzurun. 

31 Ocak 2012 Salı

Bok Yuvasında Mona Lisa Gülümsemeleri

                                            
In Bruges , kiralık katil olgusuna farklı bir pencereden bakan özgün bir film. 2008 yılında vizyona giren filmin yönetmeni Martin McDonagh. İrlandalı bir oyun yazarı olan Martin’in ilk uzun metraj denemesi. Filmi ‘’In Bruges’’ adlı oyunundan sinemaya uyarlayan yönetmen kara mizah türünde oldukça başarılı bir yapıma imza atıyor. Martin McDonagh’ın sinemaya ilk adımı ‘’Six Shooter’’ adlı kısa filmle oldu. Bu filmle en iyi kısa film dalında Oscar kazanan yönetmen,  In Bruges’da olduğu gibi aktör Brendan Gleeson ile çalışmış.


In Bruges filmini orijinal bir film yapan en önemli unsurlardan biri oluşturduğu karakterler. Ray (Colin Farrell) ve Ken (Brendan Gleeson)’in kişiliklerine baktığımızda birbirine zıt ama anlaşmaya çalışan iki kişi görüyoruz. Ken , şehri gezip bu orta çağdan kalma binaları görmek isterken Ray ise her seferinde mızmızlanıp,  bara gidip bira içmek istiyor. İki kiralık katilden bahsediyoruz bu arada. Londra’da bitirilmiş bir işin ardından Harry Waters (Ralph Fiennes)’ın talimatlarıyla Bruges şehrine saklanmak için gelen Ray ve Ken aslında işin çok daha farklı olduğunu anlıyorlar. Ray, Londra’daki ilk işinde bir papazı öldürürken yanlışlıkla bir çocuğu öldürür. Harry Waters da Ray’i öldürmesi için Ken’i görevlendirir. Bunun için onları Bruges’a yollar. Çünkü Bruges çok güzel bir şehirdir ve ölmeden önce Ray’in görmesi gerektiğini düşünür. Ray bu vicdan azabıyla yaşamaya çalışırken Ken ile birlikte şehri gezerler.


Ray : - Bruges tam bir bok yuvası. Ken : - Bruges bir bok yuvası falan değil. Ray : - Bruges bir bok yuvası. Ken : - Ray, lanet olası trenden daha yeni indik. Bruges’u görene kadar yargılamaktan vazgeçebilir misin? Ray : - Bok yuvası olacağını biliyorum. İşte bu bok yuvası Hieronymus Bosch’un ‘’Son Kıyamet’’ tablosundaki araftır. Ray ve Ken’in resim sergisine gittikleri sahnede bu tabloya bakarlarken aralarındaki diyalog şudur; Ray : - Şurası neresi ? Ken : - Orası araf , arada kalmış bir yer. Şehir filmde sadece bir mekân değil bir kişilik haline geliyor bir karaktere bürünüyor.  Ray’in vicdanıyla yüzleştiği, Ken’in Ray’i öldürmekle öldürmemek arasında kalıp ‘’ bu çoçuk yaşamalı’’ dediği, Harry’nin onur meselesini çözdüğü ve ölümün var olduğu bir yer Bruges.  Ray’in dediği gibi belki de cehennem burasıdır. Ray, bir film setine rastlar ve orada Chloe adında bir kızla tanışır. Onunla bir buluşma ayarlar. Bu filmde bir cüce oynamaktadır ve Ray’in ilgisini çeker bu cüce. Chloe, filmin Nicholas Roeg’in Don’t Look Now filmine bir hürmet olduğunu söyler. Don’t Look Now filminde çocuklarını kaybetmelerinin ardından Viyana’ya taşınan karı ve kocanın bir medyumla tanışması ardından yaşadığı garip olaylar anlatılıyor. Bu filmde çiftin medyum aracılığıyla, yaşadıkları acıyı sorgulamaya başladıkları görülüyor. Sonunda katil bir cüce kocayı öldürüyor. Bruges şehrinin diğer adının Kuzeyin Venediği olduğunu düşündüğümüzde In Bruges ve Don’t Look Now filmleri arasında ironik bir bağ olduğunu görüyoruz.


Yönetmen filmde küçük dokunuşlarla önemli noktalara değiniyor. Amerikalı ailenin kuleye çıktıkları sahnede Ray ve Ken ile yaşadıkları diyaloglarla Amerikan fast-food kültürünün getirdiği obezite sorununa keyifli bir gönderme yapıyor. İki kiralık katil, bir cüce, iki fahişe, uyuşturucu ve otel odası… Bu ilginç birleşimin sohbet odağı siyahlar ve beyazlar arasında bir savaş çıkacağıdır. Bunu söyleyen cücedir ve Ray ülke isimlerini saymaya başlar ve hangi tarafta olacaklarını sorar. Kafayı bulmuş insanların bu küçük sohbeti kara komedi türünde bir filmin ırkçılık konusuna değineceği zaman neler olabileceğini gösteriyor.
Oyunculuklara baktığımızda Colin Farrell , Brendan Gleeson ve Ralph Fiennes isimlerini görüyoruz ki hepsinin kalburun çok üstünde aktörler olduğunu söyleyebiliriz. Filmde de çok başarılı performanslar sergiliyorlar. Filmdeki bir diğer önemli olgu kiralık katillere olan bakış açımız. Yıllarca Hollywood’un yaptığı kötü karakterleri iyi gösterme politikası, hırsızları, katilleri neredeyse sevmemizi sağladı. Peki, In Bruges filmi de aynı ahlaki sorunsalı taşıyor mu? Öncelikle söyleyebiliriz ki kesinlikle kiralık katilleri melekmiş gibi gösterme amacında değil. Filmde Ray’in çektiği vicdan azabı, Ken’in verdiği karar ve Harry’nin karakterine baktığımızda aslında hiç de iyi durumda olmadıklarını ve hepsinin sonunun ölüm olduğunu görüyoruz. Bu açıdan bakıldığında ne kadar savaşma açısından onurlu katiller olsa da, filmin bu ahlaki sorunsalda Hollywood gibi bir tavır sergilemediğini söylemek mümkün.
Filmin müziklerine değinmeden geçmemek gerek çünkü Coen kardeşlerin artık üçüncü bir üyesi olan müzisyen Carter Burwell’ın notalarını dinliyoruz filmde. Bütün bu karanlık peri masalı hikâyesinin içine işleyen müzik, filmin ruhunun oluşmasına katkıda bulunuyor. Filmle bütünleşiyor.
Yuri ile yapılan girinti muhabbeti, Harry’nin küfürlü mektubu, restoranda ki sigara muhabbeti, yanlışlıkla cüceyi öldüren Harry’nin prensiplerine uyup kendisini öldürmesi…  Bütün bu öğelere baktığımızda In Bruges filmini özgün yapan kara-mizah noktalarını bulup birleştirmek ve bunun tadına varmak bir sinema seyircisi olarak büyük bir zevk.
Filmin birçok karesi yüzünüzde garip bir gülümseme oluşturuyor. Ken’in eski hastane binasından bahsederken Ray’in yüz ifadesini seyrederken bizim yüzümüzde oluşan gülümseme gibi. Bu gülüsemeyi Ray’in araf tanımıyla açıklamak en doğrusu. Ray : - Çok boktan değilsin ama çok iyi de değilsin. 

25 Aralık 2011 Pazar

Her şey kazanmak değildir

Moneyball , bir beyzbol takımı olan Oakland Athletichs'in Genel Müdürü Billy Beane'in yaşadıklarını anlatıyor. Gerçek bir hayat hikayesinden yola çıkılarak çekilen filmin senaristlerine baktığımızda Gangs Of New York, Schindler's List, Awakening, American Gangster filmlerinde senaryo yazarlığı yapan Steve Zailian ve The Social Network'ü uyarlayan Aaron Sorkin'i görüyoruz. Gerçek hayat hikayelerine alışkın senaryo yazarlarının eline verilmiş bir gerçek hikaye...


 Başrollerde Brad Pitt (Billy Beane) , Jonah Hill, Philip Seymour Hoffmann, Robin Wright... Filmin gerçekten güzel bir hikayesi var. Bill James denen beyzbol istatistikçisinin hesapları üzerine geliştirilen sistemi takımına uygulatmaya çalışıyor Bill Beane. Yale'da okumuş , ekonomi çıkışlı Peter Brand (Jonah Hill)'in yardımlarıyla. Tabii herkes karşı çıkıyor. Beyzbol maneviyat içerir , tecrübe içerir , rakamlarla , muhasebe oyunlarıyla kazanılmaz yorumları yapılıyor. Fakat karısından boşanmış , bir kız çocuğu olan Billy Beane'in tüm arzusu ,hayatı, anlamı bu oyun olmuş. O yüzden yapmak istediği şeye inancı tam ve kimseyi dinlemeden ilerliyor. Filmin sinematik öğelerine baktığımızda pek bir şey göremiyoruz. Zaten hikaye odaklı bir film Moneyball. Bu hikayenin en önemli unsurlarından biri Amerika'nın yıllardır yaptığı beyzbol ve diğer spor konulu filmlerine farklı bir bakış açısı getirmesidir. Genellikle bu filmlerin başarı hikayeleri üzerine kuruludur. Koç takımla başta anlaşamaz ama yaşanılan zor zamanları birlikte atlatırlar ve ardından birlik olup kazanırlar. Bizde seyirci olarak onlarla gurur duyarız , seviniriz. Bu başarı öykülerinin aksine Billy Beane'in kendine özgü beyzbol aşkı etrafında dönen bir yaşam hikayesi ile karşı karşıyayız. Öyle ki bütün klasik beyzbol başarı kurallarını bir kenara itip kendi yolundan gitmeye karar verir. Takım oyuncularıyla görüşmeyi sevmeyen , maçları izlemeyen bir genel müdür karşımızda ki bütün klişe Hollywood başarı öykülerindeki karakterlerin tam tersi...  Filmin konusundaki bu gerçeklik ilgi çekici bir yön olarak söylenebilir. Elbette bir diğer önemli unsur Billy Beane karakteri ki tamamen ona odaklı olarak filmin içindeyiz. İstediği şeye karar vermiş ve onu yapmakta oldukça kararlı bir adam Billy Beane. Kararlılık, istek, hırs ve beyzbola olan aşk bizi karakterin ve filmin içine çeken faktörler. Hangimiz herhangi bir şeye karşı böyle faktörlerle bağlı olmayı istemeyez ki ?


Sonunda ana karakterimiz kazanmıyor. Kupayı alamıyor. Büyük bir teklif yapılıyor kendisine ama kendi takımında kalmayı seçiyor. Dolayısıyla bizi hayatın gerçekliğine biraz daha yaklaştırıyor. Her zaman kupayı alamayabilirsiniz. Fakat yaptığınız o 20 maçlık rekor kupadan çok daha değerli bir hale
gelir. Kazanmak , başarmak nedir ? Kupayı almak ne ifade eder ? Hayatta yaptığınız ürettiğiniz şeylerin bir takdiri olarak kupa, madalya, para herhangi somut bir karşılık olmayınca bu sizi kaybeden
biri yapar mı ? Karakter üzerinden filmle birlikte bunun gibi sorgulamaları yapmak mümkün fakat filmin bu sorgulamalar ışığında derinlere indiğini söyleyemeyiz. Film bu soruların yüzeyinde dolaşıyor. Derinlikle çok fazla ilgilenmiyor aslında. ''Her şey kazanmak değildir. Her şey kupa ve para değildir'' demek istiyor. Gerçek bir yaşamdan kurgusal bir kesit sunuyor. Bu yüzden spor, kazanmak , başarı gibi kavramların okyanusunda dolaşmasa da gerçek öyküsü ve farklı bakış açısıyla Moneyball klasik Hollywood sport-drama filmlerinin dışında kalıyor.

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Christopher Nolan sineması ve Inception

Christopher Nolan'ın son filmi ''Inception'' bilim-kurgu türünde bir hırsızlık filmi. Şimdiye kadar film gişe açısından başarılı olmakla birlikte sinema camiasından da çok olumlu tepkiler aldı. Hatta neredeyse klasik olmaya aday bir bilimkurgu filmi mertebesine ulaştıranlar bile var. Filme geçmeden önce Christopher Nolan'a kısaca değinmekte fayda var. 1970 Londra doğumlu olan Nolan başarılı olmuş bir çok ünlü yönetmen gibi babasının kamerasıyla işe başladı. 8 mm kamera ile 8 yaşında ''Tarantella'' adında bir kısa film çekti. 1998'de ilk uzun metraj filmi ''Following'' Nolan'ın bugünkü sinemasının işaretlerini görebileceğimiz bir filmdir. Çok düşük bir bütçeyle çektiği ve aile dostlarını oynattığı film, doğrusal zaman akışını kıran ve paralel kurgu ile birlikte, senaryosunu buna göre inşa eden bir temel yapı üzerine kurulmuştur. Nitekim ''Memento'' , ''The Prestige'' ve son filmi ''Inception'' da ''Following'' de görülen bu yapıdan izler bulmak mümkün.


İroniktir ki ''Following'' filminin bir sahnesinde kapının üzerindeki ''Batman'' işareti bir yandan Nolan'ın hayranlığını ortaya koyarken bir yandan da ''Batman'' serisine el atacağına dair bir kehanetti adeta. 2000 yılında vizyona giren ''Memento'' ise Christopher Nolan'ın en başarılı işlerinden biridir. Zamansal olarak geriden gelen kurgusuyla modern sinemaya bir bulmaca zevki katan Nolan kendisine azımsanmayacak derecede bir hayran kitlesi oluşturdu. 2002 yılında bir tekrar filmi olan ''Insomnia'' yı çekti. Pek fazla popüler olmayan film aslında psikolojik/gerilim türü açısından çok ta kötü sayılmazdı.


3 yıllık bir aradan sonra ''Batman Begins'' ile seriye kendi gerçekçi ve karanlık yorumunu katan Nolan büyük bir başarı yakalayarak Hollywood'un kaliteli ve başarılı yönetmenlerinden biri olarak anılmaya başlamıştı. 2006 yılında vizyona giren ''The Prestige'' filminde bir sihirbaz hikayesini anlatan Nolan gerçeklik,fedakarlık,intikam,hırs gibi kavramlara dokunarak filmin sıradan bir sihirbazlık filmi olmadığını açık açık söylüyordu bize. 2008 yılında Heath Ledger'ın gerçekten ölümsüzleşen performansıyla Batman serisinin ikinci filmi ''The Dark Knight'' ı çekti. Çok büyük başarı yakalayan Nolan ''Inception'' filmine kadar 1998 yılından beri tamamen kendi senaryosu olan bir film çekmemişti. 2010 yılına gelindiğinde ''Inception'' seyircilerle buluştu.

Öncelikle şunu belirtmek gerek The Prestige , Memento ve The Dark Knight'ta kardeşi Jonathan Nolan'la birlikte çalıştı. Senaryo'yu birlikte yazıyorlar ve diyaloglara genellikle Jonathan Nolan hakim oluyordu. Bu açıdan bakıldığında ''Memento'' , ''The Prestige'' , ''The Dark Knight'' 'ın diyalogları  düşünüldüğünde Jonathan Nolan'ın filmlerde önemli bir katkıya sahip olduğunu söylemek mümkün. Jonathan'ın olmadığı Batman Begins ve Insomnia filmlerinin senaryo ve diyalog açısından biraz daha zayıf olduğunu söyleyebiliriz. Evet, The Prestige kitaptan uyarlanmıştı , Insomnia yeniden çekimdi ama şu bir gerçekki Jonathan ve Christopher işbirliğinin ortaya çıkan eser açısından faydalı olduğu azımsanamaz bir durum.

''Inception'' filmindede böyle bir sorunla karşı karşıyayız aslında. Bir çok gazete ve dergide çıkan ''karışık film'' ,  ''anlaması zor'' gibi cümlelere katılmak mümkün değil. Filmin daha ilk sahnesinde filmin son sahnelerinden biriyle başlanıyor fakat o yaşlı adamın Saito olduğu bir sonraki görüntüde anlaşılıyor. İlk 20 dakikadaki şu replikler özellikle dikkatimi çekti. Cobb : - Rüyada birini tehdit edemezsin değil mi Mal ?, Mal : - Tehdidin ne olduğuna bağlı , öldürürsem uyanır fakat acı... acı zihindedir ,bir başka diyalog ; Saito : - Bu halının yün olduğu kesin ama şu anda polyester , yani kendi evimde halının üzerinde yatmıyorum hala rüyadayım, Saito : - Rüya içinde rüya Bay Cobb etkilendim, bunun gibi açık metinler filmin genelinde var aslına bakılırsa. Bu Jonathan Nolan'ın eksikliğimi yoksa Christopher Nolan'ın aşırı anlaşılma isteğimi bilinmez ama bu kadar özgün bir konusu olan bir film için pek uygun diyaloglar olduğu söylenemez. Memento gibi bir filme imza atmış olan Christopher Nolan'ın son filminde ticari kaygıyıda göz önünde bulundurmuş olma olasılığı yüksek gibi gözüküyor. Leonardo Di Caprio'nun oyunculuğu ve diğer oyunculuk performanslarından bahsetmek gerekirse. Heralde geçmişinde böyle bir vicdan azabı,acı ve sevgiyi bir arada taşıyan Cobb karakterinin içsel savaşını Leonardo Di Caprio gibi bir karakter oyuncusu ancak yansıtabilirdi. ''La Mome'' daki Edith Piaf performansıyla hayranlık yaratan Marion Cotillard ise Mal rolünde gayet iyi bir oyunculuk sergiliyor. Ken Watanebe,Cillian Murphy,Ellen Page,Joseph Gordon Levitt, kısa sürede olsa Michael Caine ve diğer oyuncular gayet iyi performanslar sergiliyorlar. Filmin bir çok farklı ülkede çekilmesi görüntü estetiği ve şöleni açısından filme özgünlük katıyor. Filmin diğer bir eleştirilcek yönü ise Saito ve Cobb karakterleri arasındaki ilişki ; film de Cobb karakteri ve ekibi ilk başta Saito'dan bir şeyler çalmaya çalışıyor , başarılı olamayan ekip daha sonra Saito için çalışıyor. Saito, Cobb'u ikna etmek için evine dönme sözü veriyor. Buraya kadar tamam fakat Saito'nun ekibe katılması ve birdenbire ekiple aralarındaki kankavari durumlar ve Cobb ile arasındaki genç-yaşlı-pişman adamlar ilişkisi biraz zorlama gibi duruyor. Sonunda Cobb'un Saito'yu kurtarma sebebi de bu ilişki olduğundan baştan sona senaryoda pek inandırıcı görünmeyen bir ilişki bağı ortaya çıkıyor.


Sonuç olarak durum bu kadar mı olumsuz ? Tabi ki değil ama şimdiden bir çok insanın ''Inception'' ı bilimkurgu tarihine altın harflerle kazıması ve ayrıntılı bir değerlendirme yapılmadan ''Memento'' dan daha fazla ilgi görmesi biraz popülarite sinyalleri veriyor. Imdb'nin hemen 3.sıraya koyması gibi... Gerçi bu o sitede her zaman yapılan bir şey... ''Başlangıç'' filmi için özgün bir senaryosu ve başarılı bir kurgusu olan sürükleyici bir bilim-kurgu filmi diyebiliriz Fakat eksikleri yok mu? Elbette var. Her şeye rağmen çıtayı yüksek tutarak yorumu yapıyorum çünkü manipule eden bir çok klasik anlatı sinemasının yanında , Hollywood'da Christopher Nolan gibi birinin böyle modern anlatıyla filmler yapması bile sevindirici bir durum esasında. Çünkü insanların düşünmeye ihtiyacı var inanın!!!


Filmin işlediği konulara bakarsak bizi düşündürecek ve bize anlam katacak üç şeyden bahsedebiliriz. Birincisi gerçekliğin sorgulanması. Yaşadığımız dünya gerçek mi ? Bu sorgulamaya bakıldığında 1999 yılında bunun hakkında bir çok film görüyoruz ''Dark City'' , ''The Matrix'' , ''Existenz''. Hepsi de gerçekliği sorgulayan filmler olması açısından ''Inception'' ile ortak bir benzerliğe sahip. The Matrix'te telefon aracılığıyla girilen dünya, Existenz'da bir pod aracılığıyla girilen oyun dünyası ve Inception'da bir araç ile girilen rüya dünyası. Filmin sonunda dönen eşyanın düşüp düşmediğini bilmememiz de zaten gerçekliğin bir sorgulanışıydı esasında Nolan tarafından.
İkincisi fikir ekme kavramı. Çünkü filmde yapıldığı gibi yüzyıllardır insanlara fikir ekildiğini düşünürsek bu bilim-kurgusal durumun gerçeklik payı olduğunu söyleyebiliriz. Üçüncü ise bilinçaltı kavramı. Bu bilinmeyen kavramı işleyen Nolan bir bakıma şunu diyor aslında; geçmişimizdeki vicdani muhasebetlerle yüzleşmezsek hayatımıza sağlıklı bir şekilde devam etmek mümkün olmayabilir. Nitekim Cobb karakterinin yaptığı da yüzleşmek oldu. Inception ve Christopher Nolan sineması hakkında söyleyebileceğimiz en önemli noktalardan biri de paralel kurgu. Filmin son sekansındaki rüyalar arasında yapılan bu kurgu anlayışı Nolan'ın bir çok filminde göze çarparken bir sinema zevki yaşatıyor bizlere.


Son dönemde sinemalarda gerçekten zevk alabileceğimiz modern bir film olmadığını düşünürsek ve son yıllardaki özgün senaryo kıtlığınıda ele aldığımızda Christopher Nolan'ın yeni filmi ''Inception'' ı seyretmek bir ayrıcalık olabilir.


                                   Hüseyin Şen

2 Ağustos 2010 Pazartesi

V for Vendetta Gerçeği...

Alan Moore'un 1982 yılında çıkan çizgi romanı V for Vendetta , 2005 yılında sinemaya uyarlandı. Çok popüler olan film büyük başarı sağladı ve kendisine bir hayran kitlesi yarattı. Buraya kadar bir sorun yok gibi gözüküyor fakat sorun filmin ilk dakikalarından itibaren başlamakta. Film ile ilgili ele alabileceğimiz ana problem ,çizgi romanı okuyanlar iyi bilir, anarşist ve modern bir çizgi romanın klasik anlatı biçimi ile sinemaya aktarılmasıdır. Eğer bir ihanetten bahsedecek olursak bu 5 Kasım ihaneti değil de bu durum olmalıdır.


Sizi düşünmeye iten , bütün yan karakterlerinin bile derinliği olan , bir dönem eleştirisine sahip ve sorgulayan, anarşist tabanlı bir eser var elimizde. Diğer yanda ise konu ve karakter bakımından değiştirilmiş , V karakteri ile özdeşleşebildiğiniz , pek düşünmeye fırsat vermeyen kurgusuyla , V kostümü giymek isteyip, duvarlara V çizmeyi istediğiniz bir film var. Tabii ki filmden çıkan bütün seyircilerin bu duygularla çıkacağını kesin olarak söyleyemeyiz ama genel olarak filmin yapısının bunlara riayet ettiğini kanıtlayabiliriz.


 Film ve çizgi roman arasındaki bu dengesiz mevzuyu karşılaştırmalı olarak anlatmak durumu daha iyi anlamamıza yardımcı olabilir. Öncelikle çizgi romanda Evey Hammond karakterinin televizyon gibi bir yerde çalışmadığını ve fahişelik yapmak için o gece sokağa çıktığını belirtmekte fayda var.
Stephen Rea'nın oynadığı Dedektif Finch karakteri en baştan beri Sutler'ın beş adamı arasında iyi yüreklisi olanı olduğu çok belli. Oysa Finch karakteri gayet karmaşık olmakla birlikte hatta V'yi yakalamak için V'nin geçtiği korkusuzluk yolundan geçen bir adam. Dominic , Dascomb,Etheridge ,Heyer gibi adını bile hatırlamayacağınız kişilerin hayatları çizgi romanda o kadar önemli bir yer teşkil ediyor ki hatta karıları bile hikayede önemli yerlere sahip. Sutler'a gelince filmde tek düze kötü bir adam olduğu çok bariz olan bu karakter çizgi romanda ''Lider'' olarak geçerken aslında bir bilgisayar ile arasında karmaşık,egosal ve duygusal bir bağ vardır ve gücü elinde tutma arzusu ile savaşırken sevilme isteği ile de garip bir ilişki halindedir. Yani anlayacağınız hiç te öyle basit bir karakter değil. Filmde ki en büyük felaketlerden biri de Dietrich karakteridir. Öyle ki V Evey'i bir müddet dışarı salar ve bu sırada Evey , Gordon Dietrich adında biriyle tanışır ona aşık olur , onunla birlikte olur. Filmde ise bizim televizyon şovu sunan Gordon Dietrich'i hatırlayın. V,  televizyonu ele geçirdiği zaman filmdeki gibi bir konuşma yapmaz bir buluşma ayarlamaz ve tam tersi insanlığa kızar ve hiç tepki göstermedikleri için suçu onlara atar suçu bireylere atar ve bütün dünya tarihini içine alan bir konuşma yapar.


David W. Griffith ile başlayan klasik anlatı sineması,bunun bir  film olduğunu seyirci anlamamalı, özdeşleşme ve arınma ile 2 saat boyunca zor dünyalarından ayrılıp mutlu bir şekilde filmden çıkmalılar düşüncesi üzerine kuruludur. Bütün kamera hareketleri , kurgu , oyunculuk, star sistemi , karakterlerin ya iyi ya da kötü olması , senaryo bu düşünceye riayet eder. Modern anlatı bunları kırarak film ile aramızda bir mesafe oluşmasını ve düşünme zamanını bize verir. V For Vendetta filmine baktığımızda klasik anlatı düşünce yapısına uyan öğeler olduğunu görürüz. Özdeşleşebildiğiniz bir V karakteri , güzelliğiyle etkileyen Natalie Portman ,kamera hareketleri orada bir kamera olduğunu farkettirmeyecek yani bir film olduğunu unutturacak bir biçimde tasarlanmış,  düşünmeye pek zaman vermeyen bir kurgu anlayışı , karakterlerin uç karakterler olması ya iyi ya kötü gibi... Tabii ki klasik anlatıyı ortadan kaldırmak veya bir şeyleri yasaklamak hiçbir zaman bir çözüm olamaz. Ne de olsa V for Vendetta gerçeğinin farkına varmak yine insanın kendi elinde çünkü eğer Wachowski kardeşler sen bu filmi yapamazsın dersek başta söylediğim ihaneti bizde yapmış oluruz.

Bunları bir araya getirdiğimizde bu maskenin altında bir kemik bir yüzden fazlası var diyen V'nin altında ezilen bir alt metin görüyoruz. Bu durumda Henry David Thoreau'dan bir alıntı yapmak uygun düşer : '' Bana aşk , para, inanç, şöhret ,adalet yerine gerçeği verin.''

V for Vendetta'dan(Çizgi Roman) bir kaç söz :

İnsanlığın var oluşundan beri bir avuç baskıcı , hayatlarımızın bizim yüklenmemiz gereken sorumluluğunu yüklenmeyi kabul ettiler. 

Böyle yaparak , gücü ele geçirdiler.   Hiçbir şey yapmayarak gücü verdik.

                                                                                             Hüseyin Şen